23 Mayıs 2015 Cumartesi

STANLEY KUBRICK’İN FİLMLERİ ÜZERİNE KISA KISA


Day of The Fight : Belgesel niteliğindeki film; bir anlatıcı tarafından sürükleyici bir şekilde aktarılması, çekim planları ve geçmeleriyle dikkat çekiyor. Oyuncu yönetimde dahi bilgisinin olmadığını belirttiği bir dönemde, dövüş sahnelerindeki topluluğu kontrol edebilmiştir.
Flying Padre: Day of The Fight’ın dikkat çeken özelliklerine tamamen sahip bu belgesel filmde. ama bunun yanında Kubrick’in esri yapısının açığa çıktığını da söyleyebiliriz. pilot lisansı olduğunu bildiğimiz Kubrick, helikopter çekimlerine de yer vermiş.
The Seafarers: İlk iki belgesine Seafarers International Union’a çekilmiş olduğundankurumsal bir havası olduğunu söyleyebiliriz. Diğer belgesellerinin konusu kişilere yönelik iken bu belgesel bir grubu ele alır ve gemicilerin neler yaptığını göstermek amacı taşır. Dernekte çekilmiş gerçek görüntülere yer verilir.
Fear and Desire : İlk uzun metraj olan bu filminde kamerasını ve kurgusunu geliştirdiğini görürüz; iki düşman askerine saldırdıkları sahnede kameraya yumruk atılması ve kısa kısa görüntülerin art arda sıralanmasıyla aksiyon yaratılması gibi.
Killer’s Kiss : Artık montaj ustalığının başladığı filmdir bu. Flashback ile anlatım güçlendirilir. Kubrick hareketli sahnelere yer veren filminde artık kalabalık caddeyi ve trafiği kontrol edebilecek durumdadır.
Fear and Desire ve Killer’s Kiss’ de görüldüğü gibi Kubrick’in sinemasına şiddet ve cinsellikte (birbirinden bağımsız olarak) girmiştir.
The Killing : Kurgusu çok belirgin olarak Flashback’ler ile doludur. Farklı karakterlerin olayda buluşturulması ve onların hikayelerinin (onların gözünden) yansıtılmasıyla senaryo da hareketlenmiştir. Kubrick zaman kavramını bu hareketle süslemiştir. Yaratıcılığı büsbütün dikkat çekmeye başlar.
Paths of Glory : ‘I. Dünya Savaşı sırasında milyonlarca insan öldü veya zihnen ve bedenen sakat kaldı, özgürlük ve onur mücadelesi için değil, bir avuç insanın zafer ve azamet zevkini tatmin için.‘ der Michel Chion ve yönetmenin bunu anlattığını söyler filmde. Gerçekten de körü körüne, ibret amaçlı ölüme gönderilen askerler, savaşın değil yöneticilerin acımasızlığını anlatır bize. Kubrick artık tanımaya başlamıştır savaş sahneleri ve müzikleri ile dikkat çeken bu filmde sinemasının bir kimlik kazandığını fark edilir. Kamerası hareketli, açıları hesaplı, mercekleri onun denetimindedir. Kurgusu başarıya ulaşmıştır,senaryoları ise güçlüdür. Ve bu başarısı filmlerinde artarak devam etmiştir.
Spartacus : Howard Fast’ın çok satan romanından uyarlanan filmde Kubrick ve Kirk Douglas’ın çatışmsının izleri görülür. Kendisinin de daha iyi olabileceğini düşünmesinin yanı sıra eşi Christiane Kubrick’in“Spartacus’ü çekerken rahat değildi ve o filmden sonra artık senaryosunda söz sahibi olmadığı bir filmi çekmemeye karar verdi.” demesi de bunu destekler. Savaş sahneleri (yanarak ilerleyen silindirler özellikle) ve çekimleri etkileyici olmasına rağmen tatmin etmeyen bir nokta vardır: Film yeterince duygusal değildir. Spartacus ve Varinia arasındaki aşk biraz yavan kalmıştır. Eğer Stanley Kubrick film üzerinde son sözü söyleme hakkına sahip olsaydı eserin gerçekten daha iyi olacağı düşünülebilir. Beni etkilemiş olan 2010 yapımı Steven S. DeKnight’ın senaristliğini üstlendiği Spartacus, Blood and Sand Dizisi’nde bile can alıcı bir dramatizm etkisini korur. Bu durumun sorumlusu olarak oyuncu ve yapımcı olan Kirk Douglas’ı görmek pekte yanlış olmayacaktır.
Lolita : Kitap uyarlamaları ile filmlerini çektiğini ve bunu her yapışında sinemaya katkı sağladığını biliyoruz. Fakat Lolita’da diğer filmlerinde olmayan farklı bir durum söz konusu: Küçük bir kıza aşık olan bir adam ve daha sonra bunun enses bir ilişki halini alması. O dönemde gerek kitabı uyarlayamadığını öne sürerek, gerekse bazı sahnelerinden dolayı eleştirilere maruz kalır Kubrick. Ama bu kaçınılmaz bir durumdur, filmin cüretkar konusuna karşılık. Yine de toplumsal eleştiriyi her şeyin önünde tuttuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Toplumda olmayan bir durum olduğu yadsınamaz bir gerçeği işlemiştir. Her ne kadar rahatsız edici olsa da gerçek gerçektir ve bu filmde de yanılgıya düşmediği için çirkin bir gerçekle karşılaşan seyirci eleştirerek kendini bu gerçeklikten sıyırmak, ayrı tutmak ister. Filmde iki farklı rolde ( Clare Quilty / Dr. Zempf ) karşımıza çıkan Peter Sellers yeteneğini gözler önüne sererken, Kubrick’te yaratıcı kişiliğiyle oyuncu yönetimini birleştirmiştir.











 Dr. Strangelove or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb: Soğuk Savaş Dönemi’nde yani bloklaşmanın var olduğu ve her geçen gün bizler için risk taşıyor olsada normalleştirilerek etkileri unutturulmaya çalışılan nükleer güce her an başvurabilecek liderlerin olduğu bir dönemde çekilir Dr. Strangelove. Esprili bir bakış açısıyla sunulan filmde Peter Sellers’ı bu defa üç farklı rolde (Grup Kaptanı Lionel Mandrake / Cumhurbaşkanı Merkin Muffley / Dr. Strangelove ) görürüz. Güldürürken ciddi mesajlar veren yöneticilerin duyarsızlığını eleştiren film 51 yıl sonraya yani bugüne gelindiğinde değerini kaybetmemiştir. Aksine güncelliğini korumaktadır. (Filmin ilk sahnesindeki bulutların üzerinden gösterim, dikkat çekici bir niteliğe sahiptir.)











2001: A Space Odyssey : İnsan evriminin ve teknolojik gelişmişlik düzeyinin ele alınarak , bir uzay macerası temasıyla birlikte izleyiciye sunulan bu film, Kubrick’in en önemli yapıtlarından biridir. Bu durumun oluşmasında ki en büyük etkenler kullanmış olduğu sayısız efekt, özel tasarlattığı maketler ve kendisine özgü yaratıcı zekasıdır. Daha 1968 yılında, uzay hakkında sınırlı bilgiler varken, onun günümüz bilgisine bu kadar yaklaşmış olması ileri görüşlülüğünü de kanıtlamaktadır.
Otomatik portakal: Anthony Burgess’in aynı adlı romanından uyarlanan bu filmde, yakın geleceğin argosu olarak nitelenen ‘nadsat’ dili, kitapta olduğu gibi filmde de diyalogların ve monologların temelini oluşturur. ”Uqueer as as clocwork orange” deyişi, İngiliz argosunda; olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barından kişi anlamına gelir. Hikayemizin baş kahramanı olan Alex de, tam da bu özelliklerde bir karakterdir. Alex ve çetesi,zaten kötülüklerle dolu olan dünyayı daha da kötü hale getiren, her türlü suça meyilli ve bir takım suçları gerçekleştiren kişilerdir.Yakalanışına kadar geçen bölümde Alex’in ruhsal bunalımını tahlil eder, daha sonraki bölümlerle de ise değişen -ya da değiştirilen- ruhsal durumuyla karşılaştırma imkanı buluruz. Filmde; suç, şiddet,erotizm vb. öğeler fazlasıyla yer tutar. Bu nedenle sansüre uğramış hatta bazı ülkelerde gösterimi yasaklanmıştır.
Filme, kitaptakiyle uyumlu bir mekan – dekor tasarımı hakimken, özellikle giriş sahnesi olan ‘Korova Sütbarı’nda ki dekorlar, fazlasıyla erotik çağrışım yapar ve bu tarz objeleri filmin genelinde görmemiz mümkündür. Alex’in karakola alındığı sahnede onun gözünden gördüğümüz geniş açı ile deforme edilmiş görüntüler, onun bozulmuş dünyasını gösterir bizlere. Başka bir sahnede de, Alex Beethoven dinletilerek yapılan işkenceye dayanamaz ve pencereden atlar burada  Kubrick istediği görüntüyü elde edebilmek için pencereden defalarca kamerayı atmıştır.











 Barry Lyndon : 18. yüzyıl Avrupasında patlak veren Yedi Yıl Savaşları sırasında geçen film, İrlandalı bir serüvenci olan genç Redmond Barry’nin savaşlara katıldıktan sonra soylular arasına girmesini, yükselişini, servete kavuşmasını, dul bir soyluyla evlenerek Barry Lyndon adını alışını, sonra da hırslarına yenilerek yeniden sefalete düşmesini anlatmaktadır.
Konusu itibariyle fırsatçı Barry zenginliğe kavuşmuştur kavuşmasına ama her şeyden çok değer verdiği oğlunu korumak adına da kendisini kaybedip şiddete bile başvurmuş Lady Honoria’yı aldatmaya başlamış ve en sonunda oğlunu da bacağını da kaybederek geldiği noktadan beter bir yere düşmüştür. Aristokrasinin çürüyen yanı, fırsatçıları ve şiddeti de gösterilmiş olur böylece. Filmin muhteşem kostümleri ve dokorlarını yapay ışık yerine mum ışığıyla aydınlatarak tablolaştırmıştır Kubrick. Film ‘zoom in’leri ile izleyiciyi şaşırtan hareketli tekniklere de sahiptir. Son sözüne bakacak olursak: Adı geçen şahsiyetler III. George’un egemenliği altında yaşadılar ve mücadele ettiler. İyi veya kötü, güzel veya çirkin, zengin veya fakir işte şimdi hepsi eşittiler.











The Shining:  Kubrick’in gizemlerle dolu korku filmidir. Müziğinden canlandırmış ne kadar bilinçaltına işleyen yapısıyla izleyiciye korku verir. Steadicam’ler, otelin köşelerini dönerken daha rahat olacağı için  ve normal kameraya göre bir korku filminde daha estetik duracağından tercih edilmiştir.











 Full Metal Jacket:  Kubrick yine antimilitarist tavrını ortaya koymuştur. Sıkı bir eğitimin ardından (bu eğitim sırasında kırkıncı dakikayı geçmeden ölecek olan çavuş ve er Pyle’a odaklanır) Vietnam Savaşı’nda buluruz kendimizi.
Bu film diğer Vietnam filmleri arasında yer alır ama onlardan ayrıdır. Denizcilerin davranışı veya çoğunlukla görülmeyen Vietnamlılara yapılan kötü muamele üzerinde durmaz Kubrick. Bunun yerine savaş için yapılan hazırlıkların genç insanların düşüncelerine ve duygusallıklarına yaptığı şeyler içeren gayri insani süreçler ile ilgilenir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder